Osmanlı'da Eğitim Sistemi

Örgün Eğitim Kurumları
Osmanlı Devletinin askerî ve siyasî yönden gelişmesine paralel olarak teşkilatında, bürokrasisinde ve kurumlarında da yeni yapılanmalar ve büyümeler olmuştur.
Her devlet, gücü, felsefesi, hedefleri ve ihtiyaçlarına göre sistemler oluşturur. 

Osmanlı Devleti'nde de bürokrasisinden, ordusundan, cemiyetine kadar, belli bir dünya görüşüne dayanan bir sistem vardır. Osmanlı kurumlarının, müslüman olmak kaydıyla, zekâ, kaabiliyet, çalışma ve liyakat vb. şartlarını taşıyan herkese açık olması ana kaidedendir.
Osmanlı örgün eğitim kurumları, modernleşme (II. Mahmut 1808-1839) dönemine kadar;

  1. Resmi Öğretim Kurumları
  2. Sivil Öğretim Kurumları
olarak iki ana başlık altında incelenebilir.

A- Resmi Öğretim Kurumları

Acemi Oğlanlar Ocağı
I. Murad Han (1362-1389) döneminde sistemleşmeye başlayan Devşirme yöntemi Osmanlı Devletinin askerî ihtiyacını karşılamak üzere geliştirilmiş bir yöntemdir. Buna göre savaş esirlerinden veya Osmanlı Hristiyan tebasından seçilen çocuklar 3-8 sene Türk ailelerinin yanında hizmet edip yetiştikten sonra Acemi oğlanlar ocağına alınırlardı. Gelibolu’da ve İstanbul’da bulunan Acemi ocakları asker yetiştirirlerdi. Burada askerlik sanatını öğrenen acemiler ihtiyaca ve yeteneklerine göre diğer ocaklara gönderilirlerdi. Acemi ocağının sıkı bir disiplinin yanında belli görevlileri ve çalışma usulleri vardı. Osmanlı Kapıkulu ocaklarının ilk kademesini meydana getirmesi bakımından önemliydi.

Enderûn Mektebi
II. Murad zamanında kurulup, zamanla çeşitli değişikliklere uğramakla beraber Osmanlı Devleti’nin son zamanlarına kadar (1909) varlığını sürdüren bir saray okuludur. Hristiyan ailelerden devşirilen çocukların zekî ve gösterişlileri saraya alınarak özel bir şekilde yetiştirilirlerdi.
Enderûn mektebine alınan çocuklara, Kur’an-ı Kerim, tefsir, hadis, kelâm gibi dini dersler, edebiyat, inşa (şiir) gramer, Arapça, Farsça gibi dil ve edebiyat dersleri ve matematik, coğrafya, mantık gibi müsbet dersler okutulurdu. Bir taraftan da Osmanlı saray geleneği, protokol kaideleri ve bürokratik işler öğretilirdi. Bunların yanında çeşitli sanat kollarında beceriler kazandırıldığı gibi sportif faaliyetlere de yer verilirdi.
İç oğlanı denilen Enderûn talebesi ortak bir kültürü özümseyerek, saray ve padişah hizmetlerinin yürütülmesini sağlarlar, böylece Osmanlı Devletinin sarayda, yönetimde, ordu ve bürokraside ihtiyaç duyulan kadrolarının bir kısmı bu şekilde yetiştirilmiş olurdu. Sarayda kademe kademe yükselerek sancakbeyi rütbesiyle taşrada görev alırlardı.
Burada bir iki hususa açıklık kazandırmak gerekiyor:
1. Osmanlı Devleti, kendinden önceki Türk devletlerine göre daha merkeziyetçi bir yapıya sahiptir. Bu sebepten dolayı kendi kurumlarından yetişmeyen kimselere görev vermemiştir. Bu durum, bazı çevreler tarafından Türkleri dışlamak şeklinde yorumlanarak konu yanlış bir yöne çekilmiştir.
2. Osmanlı Bürokrasisi sadece devşirmelerden ibaret değildir. Divan ve taşra teşkilatında da yükselme olup buralar genelde Türklerin hakim oldukları kurumlardır. Esasen Kanunî Devrinden itibaren Türk çocukları da Enderûn Mektebine alınmıştır.
3. Böylece Devşirme zamanla uzaklaşarak devletin mülkî ve idarî kimliğinden kadrolarının yetiştirildiği yüksek seviyeli bir okul haline gelmiştir.
Bürokrasinin kaynağı olması bakımından Divân-ı Hümâyûn’dan da biraz bahsetmemiz gerekecektir. Osmanlılarda Divan idarî ve hukukî bir meclis olmasının ötesinde bürokrasinin merkezi ve beyni idi. Devletin her türlü yazışmaları, Divân kararları, sicilleri, defterleri, malî kayıtları Divan’da tutulur ve saklanırdı. Bu sebepten dolayı Divan birçok büroların bulunduğu ve yüzlerce görevlinin çalıştığı bir kurum idi. Kâtiplik, usta-çıraklık ilişkisi içinde zamanla kazanılırdı. Divandan yetişen pek çok ünlü devlet adamı olduğu gibi ilim-edebiyat tarih vb. alanlarında yetişen Kâtip Çelebi, Gelibolu’lu Mustafa Ali, Feridun Ahmet Bey gibi şahsiyetler de Divan’dan yetişmiş, zamanlarının önemli isimleridir. Böylece divan bürokrasinin yanında okul niteliği de kazanmıştır.

B- Sivil Öğretim Kurumları

1. Sıbyan Mektepleri
5-10 yaşlarındaki çocuklara okuma-yazma, bazı dinî bilgiler ve basit hesap işlemlerinin verildiği ilkokullardır. Hemen her mahallede bulunduğu için “Mahalle Mektepleri” veya taş bina olarak inşa edildiği için “Taşmektep” de denilen bu okullar örgün eğitimin ilk basamağını oluştururlardı. Okuma-yazmanın yanında ahlâkî terbiye verilmesi de amaçlanıyordu. Çocuğu şerden sakındırmak ve hayra sevketmek Osmanlı cemiyetinin eğitim felsefesiydi.
Sıbyan mekteplerinde bugünkü gibi sınıf, ders saati ve teneffüs ayarlaması yoktu. Sabahtan ikindiye kadar ders veriliyor, yalnız öğle paydosu yapılabiliyordu.
Okula başlama törenle yapılırdı. Öğretim hatim indirmekle tamamlanırdı. Bundan sonra isteyen medreseye, isteyen memuriyete (Divan kâtipliğine), isteyen de kaabiliyetine uygun bir zenaata girerdi.
Zamanla programında ve çalışmalarında değişiklikler yapılmakla beraber Sıbyan Mektepleri Cumhuriyet Dönemine kadar varlığını sürdürmüştür.

2. Medreseler
İslâm dünyasında en yaygın ve en köklü eğitim kurumu olan medreseler, Anadolu Selçuklular’ında ve Osmanlı’larda diğer ülkelerden ayrılarak daha farklı bir gelişme göstermiştir.
İlk İslâm toplumlarında camilerin okul olarak kullanıldıklarını biliyoruz. 10. yüzyılda Türkistan şehrinde görülmeye başlayan medreseler ünlü Selçuklu veziri Nizam’ülmülk tarafından sistemli ve kalıcı hale getirilmiştir. Bir rivayete göre Sultan Alparslan Nişabur Camii’nin kapısında perişan kılıklı bir grup genç görünce, bunların kim olduklarını ve niçin böyle bir durumda bulunduklarını sormuş; “bunlar dünya zevki taşımayan ilim talebeleridir” cevabını alınca çok üzülmüş. Bunun üzerine Sultan Alparslan bunlara bir yurt inşa edilmesini ve maaş bağlanmasını emretmiştir. Bu şekilde kurulmaya başlayan Selçuklu medreseleri, eğitim-öğretim kadrosuna tahsil ve geçim sağlayan ilk teşkilatlı medrese olarak ortaya çıkmıştır. Bu rivayetin yanında İslâm dünyasındaki Şiî, Rafızî ve Batınî hareketlere karşı sistemli bir eğitim-öğretim yapılması Selçuklu siyasetinin temelini teşkil eder.
Vakıf kuruluşlar olarak sistemleşen medreseler Osmanlılarda da devletin güçlenmesine paralel olarak büyümüş ve gelişmiştir.
Medreseler seviye itibarıyla bugünün orta ve yüksek okullarına tekabül etmektedirler. Vakıf olduğu için öğrencilerin barınmasının yanında diğer ihtiyaçları da medreseden sağlanıyordu. Medreseler külliyenin bir parçasını teşkil ettiğinden öğrenciler hamamda temizleniyorlar, imaret (aşevi) den yemek yiyorlar, câmii de ibadet ediyorlar ve medresede öğrenim faaliyetlerine devam ediyorlardı. Bu yönleriyle bugünün kampüs ve öğrenci yurdu anlayışının temellerini kendi eğitim tarihimizde bulabiliyoruz.
Osmanlı medreseleri zamanla hiyerarşik bir düzenlemeye tabi tutulmuş, hocalarına verilen maaşlara ve ihtisas alanlarına göre derecelendirilmiştir. Yevmiye 20 Akçayla ders veren müderris en alt dereceden göreve başlar. Terfi ederek 500 Akçalık medreseye kadar yükselebilirdi. Süleymaniye medresesindeki: Darül-Hadis kürsüsü Osmanlı medreselerinin en yüksek (11. derece) derecesini ifade ediyordu. 500 Akça yevmiye alan müderrislere ya da mevleviyet denilen büyük şehirlerin kadılarına “Molla” deniyordu ki bugün ordinaryus karşılığındadır.
Kuruluş döneminde vezirlerin ilmiye (medrese)den gediklerini biliyoruz. Fatih Döneminden itibaren bürokratik kurumların gelişmesiyle ilmiye ile siyaset birbirlerinden ayrılmıştır.
Osmanlı medreseleri müezzin, imam-hatip ve vaiz gibi camii görevlilerini, mahalle mekteplerinin hocalarını, medresenin kendi kadrosunu, yargı kadrosunu yetiştirdiği gibi Divân-ı Hümayundaki Kazaskerler (Bugünkü M. Eğitim ve Adalet Bakanları) ve Şeyhülislâm gibi temsilcileri de hazırlıyorlardı. Bu yönleriyle çok fonksiyonlu idi. Ulemâ denilen medreseliler halk ve yönetim üzerinde önemli bir nüfuz, etki ve yere sahiptiler. Ayrıca toplumda entellektüel-aydın kadrosunun en üst tabakasını oluşturuyorlardı.
Medreselerin programını dört ana gruba ayırabiliriz:
1. Din ve Hukuk (Kur’an, tefsir, hadis, fıkıh, kelam…)
2. Dil ve Edebiyat (Arap, Fars dilleri, hitabet, şiir, gramer…)
3. Felsefe (Felsefe ve mantık)
4. Temel Bilimler (Tıp, Matematik, Geometri, Astronomi, Coğrafya)
idi. Bu derslerin verilişi zamanla ihtisaslaşmayı meydana getiriyor. Medrese öğrencilerinin en alt kademesine suhte (softa) ortaöğretim talebesi deniyordu. Daha sonrakilere danişmend (lisans talebesi) denilirdi. Muid (Asistan) müderris ile talebe arasındaki ilişkileri düzenler, hocanın derslerini müzakere yoluyla özetler veya tekrarlardı. Medrese eğitimi uzun süren meşakkatli bir işti.
Selçuklu ve Osmanlı medrese kadrosu sünnî İslâm itikadını temsil ettikleri gibi İslâm’ı rasyonel olarak ele aldıklarından tasavvuf geleneğinden bazen ayrılıyorlardı. Bu sebepten zaman zaman medrese tarikat çatışması da meydana geliyordu. Esasen medrese geleneği Tasavvufu İslâm’ın Kur’an ve Sünnet çizgisi içerisinde değerlendiriyor, bu ölçünün dışında kalan hareketleri benimsemiyordu.
Selçuklu ve Osmanlı medreselerinin diğerlerinden farklı bir gelişme gösterdiğini yukarıda belirtmiştik. Bu gelişme program ve ihtisaslaşma yönünden olduğu kadar fikir yönünden de ele alınmalıdır. Anadolu Selçuklu ve Osmanlı medreseleri hür düşünceyi ve bilimi birinci plâna yerleştirmiştir. Zengin vakıflar sayesinde maddi imkanları geniş olunca ve devlet yöneticilerinin de ilgilenmesi dolayısıyla İslâm dünyasının birçok şöhretli âlimi Selçuklu ve Osmanlı ülkesine gelerek bilgilerini ve fikirlerini yayma imkânı bulmuşlardır

İlk Öğretim 
Osmanlıda ilk öğretim "Mektep" veya "mahalle mektebi" denilen ilkokullarda yapılırdı, öğrenim karma idi; fakat kız çocuklar ayrı sıralarda, erkek çocuklar ayrı sıralarda otururlardı. Hoca, nadiren kadındı ve "hoca hanım" denilirdi. İlkokulun gayesi, Türkçe okuyup yazmak, aritmetik, iyi yazı yazmak (hat), Kur'ân okuyabilmek, lüzumlu dîn ve Kur'ân bilgileri verebilmekti. 
Çocuk, 4 ilâ 6 yaşında mektebe verilirdi. İlk öğrenim genellikle 4 yıl olmakla beraber, 6 yaşından küçük verilenler ekseriya daha çok okurlardı.
Osmanlı düzeninde, parasız ilk öğretim olduğunu iddia etmek kolay değildir. Hiç olmazsa varlıklı aileler için böyledir. Fakat yoksul çocuk, o zamanın sosyal şartları içinde, mutlaka bedava tahsil yapmakta, üstelik yiyip giyinmesi sağlanmakta, çok defa ailesi çok fakirse, ailesine de yardım edilmektedir.
"Dârüttâlim", "muallimhane" gibi adlar verilen, padişah vakfı ilkokulları da vardı. Vakfın şartlarına göre buraya devam eden fakir çocuklara yiyecek, içecek, giyecek, ayrıca harçlık verilirdi. Böyle vakıf geliri olmayan mekteplerde fakir çocukların yiyip içmesi, elbise ve kitabı, aynı okulda çocuğu bulunan varlıklı ailelere aitti. Tabiî bu hususta hiçbir mecburiyet yoktu. Fakat varlıklı bir ailenin, çocuğunun mektep arkadaşı fakir çocuğun, ilk tahsilini üzerine almaması, görülmüş şey değildi. 
Bir çok ilkokulda mûsikî de öğretiliyor, istidat gösterenler ayrıca himaye ediliyordu. En büyük bestekârlardan olan ve kısaca "Dede Efendi" diye anılan Hammâmîzâde İsmail Dede, böyle ilkokul talebesi iken mûsikî eğitimine sokulmuştu. Meşhur bestekârlarımız arasında böyle birçok örnek daha vardır. En büyük şarkı bestekârı olan Hacı Ârif Bey de ilkokulda "keşfedilerek" mûsikî eğitimine tâbî tutulmuştur.
Bazı ilkokullarda, Arapça ve Farsça öğretmekle meşhurdu. 
Bazı aileler, çocuklarını ilkokula bile vermez, sadece Kur'ân kurslarına gönderirlerdi. Bu kurslarda ilerleyenler, medresenin ilk basamaklarına girebiliyorlardı. 
Camiler, namaz saatleri dışında birer okul halindeydi. Osmanlı Türkiyesi'nde de bu durum, Cumhuriyet'e kadar devam etmiş ve medrese öğretimine çok katkıda bulunmuştur. Cami derslerinde çok değerli bilginler camilerde ders vermişlerdir. 
Selâtin camileri bu şekilde, birer yüksek dînî okul halindeydi. Küçük camilerde de daha aşağı derecede tedrisat yapılırdı. Medrese derslerinden çok daha büyük ölçüde, umuma açık derslerdi. Camide ders veren müderrise "ders-i âm" denilirdi. Ders-i âm Efendi, mevzuu kısaca takrir ettikten sonra sorular başlar, dersler sorulu cevaplı yürürdü. Binaenaleyh ders-i âmın çok uyanık ve bilgili olması lazımdı. Böyle olmayanlar tutunamazdı. Zira, her zaman için karşısına kendisinden bilgili biri çıkabilirdi. Onu susturması da kabil değildi. Zira serbest kürsü idi. Medresedeki müderrisin otoritesi ve softanın disiplini, bahis konusu edilemezdi. Cami dersleri sabah, öğle ve ikindi namazlarından sonra verilirdi. Sultan Abdülaziz'in şeyhulislâmı Turşucuzâde Ahmed Muhtar Efendi, böyle cami derslerinden yetişmiş, sonra imtihan vererek "İstanbul Rüûsu" denilen en yüksek diplomayı almıştı. Zira babası Ayasofya çarşısında Safranbolulu bir turşucu idi ve oğlunun medreseye devamına izin vermemişti, turşucu çıraklığı yapmasını istiyordu. 

Medreseler
Orhan Gazi, 1330'da İznik ve daha sonra Bursa Medreseleri'ni kurdu. İlk ciddi orta öğretim ve müesseseleri bunlardır. Bursa Medresesi gittikçe gelişerek, Yıldırım Bayezid zamanında (1389-1402) tıb dahil, yüksek ilimler okutulan bir üniversite haline geldi.
XVI. asrın ortalarında Süleymaniye Medresesi'nin açılması ile Türkiye, kesin şekilde, İslâm dünyasının en üstün eğitim veren müesseselerine sahip oldu. 
Sınıf usûlü yoktu. "Sofra" veya "talebe-i ulûm" denilen medreseli, kabiliyetine göre bir basamağı birkaç yılda da, birkaç ayda da bitirilebilirdi. 25 yaşında müderrisliğe çıkan kabiliyetler de az değildi. Her derece, o derecenin müderrisinin icazeti ile tamamlanırdı. Müderris, okuttuğu mevzuu öğrendiğine kanaat getirdiği softanın, bir üst dereceye başlamasına izin verirdi. Müderrisin dersi, umuma açıktı. Softa olmaya lüzum yoktu. İsteyen her vatandaş, gelip dinleyebilirdi. Büyük müderrislerin dersleri, bu yüzden çok kalabalık olurdu, medresede yapılamaz, avluya çıkılırdı.
Okuyan softaya her türlü sosyal güvenlik sağlanmıştı. Bedava yer içer, yatıp kalkardı. Softanın yemeği ve yatacağı yerinden başka kitabı, mumu, odunu da sağlanmıştı. Fatih Medresesi'nde softaların yatıp kalkması için 300 oda vardı. Her odada 4 veya 5 softa yatıp kalkardı. Gündüz devam eden taleb enin de aynı sayıda olduğu kabul edilirse, yalnız Fatih Üniversitesi'nde XVII. asır ortalarında 3000'e yakın tal ****** bulunduğu anlaşılır. Süleymaniye Üniversitesi'nin kapasitesi ise, daha büyüktü. Fatih Üniversitesi'nin her odası için bir hizmetkâr vardı. Bu 300 hizmetkâr, temizlik, ısıtma gibi işlere bakardı. Müderrisler, softalardan ayrı bir salonda yemek yerlerdi. Medresenin 70 kubbeli muazzam bir mutfağı vardı. Mutfak, yalnız softalara değil, bütün fakirlere açıktı. (Evliyâ I, 314-5)
Böyle muazzam teşkilatı olanlar yanında, mütevazı, bugünkü ortaokul seviyesinde medreseler de pek çoktu. 
Tarikatlardaki mürşid-mürid geleneği, ulemây-ı rüsûmu yetiştiren medrese öğreniminde de vardı. Hoca-talebe münasebetleri, bugünkü gibi değildi. Hoca, talebesine her bildiğini verebilmek için çok büyük gayret gösterir ve yetiştirdiği talebe ile iftihar ederdi.

Medrese Dereceleri
Klasik medrese dereceleri, XVI. Asır ortaları ile XIX. asır ortaları arasında 12'ye ayrılmıştı. Sırasıyle ve alt basamaktan üst basamağa doğru şöyledir: 
  • İbtidây-ı hâric
  • Hareket-i hâriç
  • İbtidây-ı dâhil
  • Hareket-i dâhil
  • Mûsıla-i Süleymâniyye
  • Havâmis-i Süleymâniyye
  • Süleymâniyye
  • Dârulhadîs
Son basamak, yüksek tahsilin üzerindeydi, bugünkü doktora öğrenimine tekabül ediyordu. Son dört basamakta yüksek öğrenim veren medreselerin "kibâr-ı müderrisin=büyük müderrisler" deniliyordu.
Medrese öğreniminde esas, kitâb idi. Öğrenci, ilk basamaklarda, Arapça ve Türkçe klasik eserleri, tam manasıyla, dil ve mefhumun bütün incelikleriyle okuyup anlayabilecek şekilde yetiştirildi. Sonra bu klasik kitaplar, her kelimesi üzerinde uzun uzun durularak, adeta ezberlenerek, okunur, tefsir ve tahlil edilirdi. Metin, öğrenimin esası idi.
İbtidây-ı hâriç derecesinde, öğrencinin ilkokulda veya hususî olarak öğrendiği bilgiler pekleştirilir, kaidelere oturtulurdu. 
Hareket-i hâriçde arapça gramer, hendese (geometri) ve daha ileri bir seviyede Kur'ân dersleri başlardı. Bu şekilde öğrenim devam ederdi. Yüksek kısma geçen softa tıb, riyâziyyât, hey'et (astronomi), göz hekimliği, hukuk (fıkh ve farâiz), kelâm ve felsefe, tefsir ve hadîs gibi branşlardan birini seçerek bu konularda yazılmış en üstün eserleri okur, imtihan vererek rüûs alırdı. 

Enderun Mektebi
Sarayda eğitim ve öğretim yapılan mektep. Osmanlı Devleti sivil memurlarının, devlet ileri gelenlerinin ve askerî görevlilerinin büyük bir bölümünü, yeniçeri ağalarını sadrazamını, defterdarını, kubbe vezirini beylerbeyini ve sancakbeylerini yetiştiren en önemli eğitim müessesesiydi. 
Devletin idaresi için gerekli mülkî ve idarî kadronun yetişmesine yönelikti. Devrin en meşhur ilim adamları sarayda toplanarak bu mektepte ders vermekle görevlendirilirdi.
Bir sürü üçkağıtçı diyorlar ki:
"Osmanlı, gittikleri ülkenin çocuklarını çalardı, getirirdi, okuldan geçirirdi, bunları adam ederdi."
Hayır çalmazdı; buna gerek yoktu; çünkü adamlar Osmanlı adaletini gördükten sonra, kendi ülkelerinde de böyle insanlar yetişmesi için çocuklarını kendileri gelip teslim ediyorlardı; Osmanlı usullerine göre yetişsin çocukları diye ve Osmanlı kabul ediyordu bunları.
Hangi milletten ve hangi dinden olursa olsun devşirmeler devlet merkezine getirildikten sonra, önce Divân-ı Hümayun'a sevk edilip hepsi padişah tarafından tek tek görülürdü. Daha sonra padişahın emriyle kapıağası, bu küçük çocukların zekâlarını ölçerek zekâsı üstün ve keskin olanları seçerdi. Seçilenler, enderûn mektebine talebe yetiştiren ve beş yerde bulunan orta dereceli saray mekteplerine yerleştirilirlerdi (Galatasaray, Eski Saray, İbrahim Paşa Sarayı, İskender Çelebi Sarayı ve Edirne Sarayı).
Hazırlık sarayları da denilen bu mekteplerin en önemli özelliği, içoğlanların daha mektepte iken iş ve memuriyet hayatına başlamasıydı. Taleb eler böylece bir takım dersler yanında kabiliyetlerine göre çeşitli sanatlar öğreniyor ve mektebin genel eğitimine katılıyorlardı. Bu arada seçkin İslâm âlimleri tarafından eğitilip tam bir müslüman olarak yetişiyorlardı. Böylece edep, ahlâk, bilgi, iş, memuriyet ve stajı hep bir arada yürütüyorlardı.
Dînî ilimler ile idarî ve askerî derslerin yanında, bedenî eğitimlerine de önem verilen içoğlanlar; ok atmak, mızrak kullanmak, cirit ve tomak oynamak ve binicilik gibi sporları da yaparlardı. Bundan dolayı kuvvetli, çevik ve her türlü zorluğa dayanıklı idiler.
İçoğlanlarının oda denilen koğuşları, muntazam olup yiyecekleri de çok dikkatli hazırlanırdı. Her oda efradının isim ve künyesiyle, yevmiye mikdarını gösteren maaş defterleri vardı. Maaşları diğer ulûfeler gibi üç ayda bir verilir, elbise, ayakkabı, iç çamaşırı ve sair ihtiyaçları hep saray tarafından karşılanırdı. Çok büyük bir ihtimamla yetiştirilen bu çocuklar, tam bir itaat ve terbiyeye sahiplerdi.


 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol